“Seni o masalın dinletildiği gündün beri tanıdığımı anlatmaya çalışmayacağım. Yabancı sandığın ve senin gerçekliğinde öyle olan biri unuttuğun bir masalı anımsatır gibi olunca yanılsamalarında bunalmanı istemiyorum çünkü. Masal yaşamın sahnesine taşındıktan sonra söylenecek her gerçeğin bu kez uçuk bir bir masal sanılmasının yıkıcılığına katlanamayacağımı biliyorum artık. Belki yalnızca bunu biliyorum. Saçlarına her gece bir yıldız düşürmüyorsam, bu, elimi tutan güce teslim olduğum içindir. Bütün saatlerin gecikmiş zamanlara ayarlandığı, takvimlerin yakıldığı, seni bulduğum gün yitirdiğimi artık anladığım içindir, yanılma! Sana yüzlerce sayfa yazabilirim. Yazın tarihine geçecek derinlik ve estetikte bir mektup olurdu bu. Sonucun böyle olacağını bilseydim yine de seni görmek için karşına çıkardım geçmiş zamanlardan bugünlere ne kadar kaldıysam o kadarıyla. Beynimdeki hayalin gerçekliğine inanmayı nasıl beklediğimi bilemezsin ki. Ben seni tanıdım da sen bir güneş tutulması yaşıyordun. Gölgeler azalıp alacakaranlık ağır ağır çökünce, gözlerimin rengi anlamını yitirirdi, nasıl bilmem? Seninle seni çoğaltmak adına hiçbir şey paylaşamayacağımızı bilerek yaşantında kalmayı dürüstçe bulmuyorum. O iletımın anlamı buydu. Yoksa seni yitirmeye kendi seçimimle razı olur muydum sanıyorsun? Sevgiyi aşka feda etmek gibi bir haksızlıkta seçim şansım olsaydı keşke. Yazık ki yoktu. İçimdeki binlerce bilmecenin tek doğru yanıtı sende gizliyken bir de dilime kilitler vurulmuşsa susmalıydım değil mi? Tanrı’ya emanet ol. Umutla...” Bu mektubu ona gönderemeyeceğimi ancak bitirdikten sonra anlamak nedir? Mektupta yazılanları bilmeye hakkı varsa ve mektup bitirildiği an aykırı bir mektuba dönüştüyse, bu müthiş çelişkide saklı kalanı anlamakta neden zorlanıyorum? Sıkıca giyinip sokağa vuruyorum kendimi. Karlar iyice erimiş. Kaldırımlardan sıçrayan çamura dikkat ederek, gözlerimi bedenimden götüren o hayale doğru yürüyorum. Denize özlemim hiç bitmedi. Ankara’nın denizi olmamasına bu nedenle hep içerlemişimdir. Deniz kentlerine gittiğimde kıyıda dolaşırken martıların çığlıklarını duymanın verdiği coşkuya her tanıklığımda aynı ilgiyi göstermemi kaç kişi anlayabilir? Bunun sıradan bir romantizm olduğunu söyleyenlere hiçbir zaman inanmayacağım. Ankara’dan kopmak da çok zor geliyor bana. Çocukluğumun uçuk anılarının serpiştiği bu kenti elbette seviyorum. Deniz bir özlem olarak içimde kalacak, kimi zaman yaptığım kaçamaklarda Ankara’nın karşı konulmaz çağrısına uyup geri dönene kadar kendimi arayacağım yitirdiğim sonsuzlukta. Grup vaktinde kızaran sulara aldanan gözlerimdeki buğuyu kimsenin görmesine razı olmayacağım. Akşam çökünce, bir de dolunaysa, yakamozlara dalıp giderken neden gülümsediğimi kimse bilmemeli. Üşüyorum. Ellerimi cebime sokuyorum. O kadar soğuk ki belim bükülüyor kendiliğinden, büzüşüyorum. Hangi yöne doğru yürüsem, binlerce kilometre sonra olsa da karşıma bir denizin çıkacağını bilecek kadar coğrafya bilgileriyle donatıldım okul derslerinde. Yürüyorum. Nereye gittiğimi bilmiyorum. Bunun ne önemi olabilir ki? Cep telefonuma ulaşan iletiyi okumak istemiyorum. Bana gönderilmediği kesin. Kendimi yitirdiğim yerde bulduğumu kimseye anlatmaya çalışmayacağım. Yasak bir hayalden mi hükümlüyüm? Hayaller yasaklanabilir mi? Bir köle bile yaşamı algıladığı boyutta hayal kurarken özgür değil midir? İnanamıyorum. Hiçbir düşünce gücünün onaylatamayacağı bu müthiş trajediyi haketmediğimi bilecek kadar kendimdeyim. Adına umut dediğimiz aldanışlardan birinin daha yaşamın kıyısına vurmasıdır bu. Sayısız husum fırtınasından sonra artık denizde tutunamayan bir gül yaprağının kumsaldaki görüntüsüdür. Akşam vaktidir. Martılar çoktan susmuştur. Yalnızlık ve felâket. Alkışlar... Perde.
KENAN KALECIKLI